"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ne olacak bu çocukların hali?

Bu pazar günü Bloomberg Businessweek’te yayınlanan yazımı nesiller arası iletişime, ebeveynilik uygulamaları ile teknoloji ve gelecek nesillerin nasıl donanımlı olmaları gerektiğine ayırdım…

Keyifli okumalar…

Yazının tamamını aşağıda bulabilirsiniz:

 

Nesiller arası anlaşmazlıklar tarih boyunca hep olmuş. Milattan önce beşinci yüzyılda yaşamış ünlü filozof Sokrat’ın “adam olmaz bu yeni yetmeler” şeklinde özetlenecek bir makalesi var. “Şimdiki çocuklar lüks seviyorlar. Kötü huyları var, otoriteye baş kaldırıyorlar, yaşlılara karşı saygısızlar ve egzersiz yapmak yerine oturup dedikodu yapmayı tercih ediyorlar” diyor. Hatta bu cümleler 1960’larda bir sokak gösterisi sonrasında Amsterdam belediye başkanı Gijsbert van Hall tarafından kullanılınca yakın geçmişimizde de bir dönem oldukça popüler oluyor. Sokrat hatta diyor ki, “artık çocuklar evlerinin hükümdarları oldular, hizmetkarı değil”… Aristo da benzer şeyler söylemiş, “hayatın çemberinden geçmemiş bu gençler her konuda bir yanılsama içindeler. Her şeyi abartıyorlar, gereğinden fazla seviyorlar, gereğinden fazla nefret ediyorlar, mantıklarını kullanmak yerine hep duyguları ile hareket ediyorlar”… 1200’lerin sonuna doğru yaşamış olan Peter the Hermit ise “dünya çok zor zamanlardan geçiyor. Ancak gençlerimiz kendilerinden başka hiçbir şeyi düşünmüyorlar. Sanki herşeyi biliyormuş gibi konuşuyorlar. Bizim için bilgelik olan herşey onlar için hep değersiz kalıyor” diye vaaz vermiş. Milattan önce sekinci yüzyılda yaşamış Hesiod ise daha da karamsarmış: “Eğer yarınlarımız günümüz gençliğine bağlı ise, halkımızın geleceği için hiç ümidim kalmadı…”

 

Günümüzde ise benzer cümlelere sık sık tanık oluyoruz. Hem aile içinde, hem sosyal çevrelerde ve en çok da iş dünyasında nesiller arası anlaşmazlıklar sürekli karşımıza çıkıyor. X kuşağı diye adlandırdığımız yaş grubu bütün işlerini bir yana bırakıp Y kuşağını anlayacağız diye çabalıyor. Bir yandan da karşımıza Z kuşağı çıkıyor. Birbirimizi anlayabilmek için eğitimlerden akademik makalelere, sohbet toplantılarından tersine mentörlük gibi uygulamalara kadar birçok gayret görüyoruz.

 

Sonra da diyoruz ki, bu yeni nesilleri tatmin etmek zor, randıman almak zor, anlamak zor, onları yönetmek hatta iletişim kurmak zor… Peki varsa eğer ortada bir suç, kimin suçu bu ve nasıl çözüm bulacağız?

 

Araştırmacı yazar Simon Sinek bir konuşmasında sorumluluğu en başta yanlış çocuk yetiştirme stratejilerinde ve metotlarında buluyor. Bir çoğumuz çocuklarımızı yetiştirirken gelişimleri daha iyi olsun, kendilerini daha iyi hissetsinler diye belki de gereğinden fazla ve yanlış mı yapıyoruz bazı şeyleri… Sadece yarışmaya katıldı diye verilen madalyalar, her fırsatta sahnelenen şovlar arkasından gelen alkış tufanları, o muhteşem, özenle hazırlanan doğum günü partileri ve “sen yaparsın, sen bir tanesin, sen istersen olur” gibi telkinler, hatta “sen yeter ki iste evren sana verecektir” gibi aslında çok yönlü ve derin yaşam felsefelerinin inanılmaz sığlıkta ve erken yaşta onlara sunulması…

 

“Özellikle teknolojik ürünler başta olmak üzere her yeni çıkan uygulamaların ve aygıtların hemen alınması bir nebze bütün bu olanların nedeni olabilir mi” diye soruyor Simon Sinek. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar bir de günümüz teknolojisinin anında sağladığı erişim ve tatmin duygusuna da alışınca insan olmanın gereği olan birçok alışkanlık ve refleksten mahrum kalıyor.

 

Çok iyi hatırlıyorum mesela bizim gençliğimizde yabancı müzik kayıtlarına ulaşmak oldukça zordu. Plaklardan kasetlere çekilerek çoğaltılan, yeni bir eser çıktığında bize ulaşması için aylarca beklenilen bir dönemdi. Hatta şarkı sözlerine ulaşmak bile bir sorundu. Hem yabancı dilimiz oldukça sınırlıydı, hem de şarkı sözlerini yazılı olarak bulmak neredeyse imkansızdı. Ankara’da İngiliz Kültür Derneğinin kütüphanesine gidip Queen albümlerinin arka yüzünden Freddy Mercury’nin şarkı sözlerini el yazımızla temize çekip edindiğimizi hala dün gibi hatırlıyorum.

 

O zamanlar kendi kıt kaynaklarımız ve yokluklarımız içinde yaşarken öğrendiğimiz sabırla, azimle, tutku ile sebat etme duygusunun günümüzde ünlü bilim insanı Angela Lee Duckworth tarafından İngilizce “grit” diye bir kelime ile tanımlandığına tanık oluyoruz… Duckworth’ü takip eden günümüz eğitimcilerine göre hayatta başarının sırrı “grit” olmuş durumda… Ama gördüğümüz kadarı ile ne ailede verilen terbiye, ne de eğitim sistemimiz böylesine sabırla, tutkuyla, sebat ederek uzun süreli devamlı bir gayret ile istedikleri için uğraşma yetisini yeni nesillere kazandırma konusunda pek yeterli değil.

 

Gereğinden fazla pompalanmış bir öz güven ve dünyanın merkezinde olduğu hissi, anında yerine gelen tatmin duygusu ile yetişen bu gençlerimizin iş hayatında zorlanmalarına neden olan bir başka olgunun da hem sosyal medyanın hem de küresel anlamda en büyük eğlence sektörü haline gelmiş olan elektronik oyun sektörünün mucizevi bir şekilde beyinlerinde dopamin salgılaması olabilir diyor uzmanlar. Dopamin aslında bir haz hormonu. Kendimizi heyecanlı, istekli hissettiğimizde ortaya çıkan bir salgı. Aynı zamanda bütün bağımlılıkların da dopamin salgısı ile ilişkili olduklarını biliyoruz. Yani sigara, uyuşturucu, kumar, alkoliklik gibi son derece tehlikeli bağımlılıklar da dopamin salgısını beynimizde harekete geçiriyorlar. Ve çalışmalar göstermiş ki sosyal medya ve elektronik oyunlar da bu salgıyı tetikliyor… Yani bütün bu kötü alışkanlıklardan her türlü yasal düzenleme ile koruduğumuz gençlerimizi aynı biyolojik reaksiyonu sağlayan sosyal medyaya karşı korumak için maalesef hiçbir şey yapmıyoruz. Tabii sadece onları değil, bütün toplumu bu şekilde psikolojik olarak çok derinden etkileyen bir olgu ile karşı karşıyayız. Bir çoğumuz telefonlarımız gece uyurken baş ucumuzda şarj ediyoruz, uyandığımızda daha güne bile başlamadan, sevdiklerimize günaydın bile demeden önce akıllı telefonlarımızı kontrol ediyoruz. Ve en sevdiğimiz arkadaşlarımızla biraraya geldiğimizde, ya da çok önemli iş toplantılarında bile telefonumuzu en görünür şekilde masanın üzerine koyuyoruz… Zaten dünyanın en değerli şirketleri sıralamasının teknoloji, sosyal medya ve e-ticaret siteleri tarafından ele geçirilmesinin ardında yatan psikolojik alt yapı bu… Yani bu gelişmeler sadece gençlerimizi değil bütün toplumu etkileyen bir olgu ama belki de en çok daha beşeri iletişim becerilerini ve hayatla başa çıkma stratejilerini geliştirememiş gençlerimiz için tehlikeli bir hal alıyor.

 

Peki ne yapacağız? Birincisi diyalog… Eşit seviyede, kendi kalıplarımızı empoze etmeye kalkmayan, haklı olmaya, ikna etmeye çalışmayan diyalog kurabilmeliyiz diğer nesillerle. İşimize yarayacak olan aşağıda sıraladığım üç prensibe uygun olan bir yaklaşımla hayat bulan bir diyalog:

  • karşımızdakinin “OK” olduklarını kabul eden, “herkes ne yaparsa yapsın, kim olursa olsun, değerlidir, anlamlıdır ve önemlidir” diyebildiğimiz bir diyalog…
  • “önemli bir beyin hasarı olmayan herkes, çevresinde ne olduğu ve kendisine ne olduğunu kavrayabilme kapasitesine sahiptir” diye düşündüğümüz bir diyalog.
  • ve “yaşamında ne olacağına, içinde bulunduğu duruma nasıl bir tepkide bulunacağına herkes kendisi karar verebilir” diye kabullendiğimiz bir diyalog.

 

Çünkü bütün çocukluğu boyunca ailesinden buna yakın bir yaklaşım gören yeni nesiller, hem ergenlik döneminde önce ailede değişen bir tonda başka bir yaklaşıma maruz kalıyor, hem de iş hayatına girince onlara sürekli bu prensiplerin dışında yaklaşan bir kurumsal hayat ile karşılaşıyorlar.

 

Ülkemizin en köklü ve değerli bir vakfının yöneticileri geçenlerde bir sohbetimizde dert yanıyorlardı: özellikle genç kızlarımıza dönük nice çalışmalar yaptıklarını ancak maalesef bu gençlerin ilgisini çekemedikleri söylüyorlardı. Farkında olmadan yukarıda bahsettiğim prensiplerin dışında bir diyaloga yönlendiklerini, kendi doğrularını bu gençlere empoze etmeye çalışarak onları kaybettiklerini söylediğimde oldukça şaşırdılar. Aynen geçen gün bir plajda üniversite girişinde başvuru mektuplarını nasıl yazacaklarını konuşan gençlerin yanına gelip nasıl başvuru mektubu yazılması gerektiği konusunda uzun bir monoloğa giren değerli komşumuz gibi… Daha ilk cümle bitmeden gençlerin bakışları başka yönlere kaymaya başlamıştı bile…

 

Bu sene Nisan ayında Xsights tarafınan ülkemizde yapılan “Genç Tüketicinin Sesi” başlıklı son derece kapsamlı bir araştırmada katılımcıların “ileride ben de annem babam gibi olacağım ifadesini” desteleme oranı Z kuşağı için yüzde yetmişlerin üstünden, Y kuşağında yüzde kırklara düştüğünü görüyoruz… Bunu eğer sadece ergenlik semptomu olarak gördüğümüzde sanırım büyük bir hata yapıyoruz. Yeni nesiller giderek artan oranda kendilerini yetişkin yerine koyan yukarıda sıraladığım prensiplere uyan bir diyalog ile kendileriyle iletişim kurulmasını istiyorlar.

 

Atmamız gereken ikinci önemli adım ise gençleri işlerine yarayan, günümüzün ve hatta yarınlarımızın gereği olan yetkinliklerle donatmak. Maalesef sayılar daha yeterli değil ülkemizin büyüklüğünün yanında ama bu yönde çok güzel çabalar olduğunu da ifade etmek gerekiyor. Mesela English Speaking Union (ESU) her sene binlerce öğrencimize münazara eğitimi ve deneyimi kazandırıyor. Bu vesile ile bu hafta kaybettiğimiz değerli büyüğümüz sevgili Feyyaz Berker’i rahmetle anmak istiyorum. Kendisi münazaranın önemine inanmış ve bu alandaki çalışmalara en çok destek vermiş bir liderdi. Münazara doğru argümanlar geliştirmeyi, mantık zincirleri kurabilmeyi, inanmadığı argümanları bile saygı ve merak ile öğrenmeyi, dinlemeyi, kendini en doğru şekilde ifade etmeyi öğreten bir metodoloji sunuyor. Birçok akademik çalışma gençlik yıllarında münazara yapanların hayatta çok daha başarılı olduklarını gösteriyor. Özellikle de daha az imkanlara sahip çevrelerden ve azınlıklardan gelen gençlerin hayat çizgisinde münazara yadsınmaz olumlu bir etki yapıyor.

 

Diğer önemli konu yetkinlikler seti… Toplumun liderleri olarak biz hala dünün yetkinlik setleri ile hayata bakarken, biliyoruz ki yarınlar çok daha farklı olacak. World Economic Forum tarafında yapılan araştırmalar 21. yüzyılın başarı faktörlerini üç gruba ayırıyor:

  • rakamsal, finansal, bilimsel, teknolojik, edebi ve kültürel alanda temel okur yazarlık,
  • eleştirel düşünme, yaratıcılık, iletişim ve işbirliği gibi yetkinlikler
  • ve merak, insiyatif alma, adapte olabilme, liderlik, sosyal ve kültürel farkındalık ile tutku ve azimle sebat edebilme (grit)

 

Eğitim sistemimizde bu eksikliği tespit eden TurkisWIN mesela bu alanda ülke genelinde genç kızlarımıza destek olabilmek için BinYaprak isimli yeni bir girişime başladı. Keza TINK okulları yine benzer bir bilinç ve kaygı ile temel bilimler ve teknoloji alanında yetkinliklere donatılmış gençler yetiştirmek için yepyeni bir felsefe ile bu sene kapılarını açıyor. Keza yine Genç Başarı Vakfı özellikle girişimcilik bağlamında onbinlerce lise öğrencimize ulaşan programları ile gelecek nesillere yatırım yapıyor. Listeyi daha çok uzatmak mümkün… Ancak yeterli mi, maalesef birçok alanda ülke olarak aldığımız sonuçlar bize daha yeterli bir seviyeden çok uzakta olduğumuzu gösteriyor…

 

Tarih boyunca genç nesiller hep bir muamma olmuş, gelecek hep bir nebze kaygı kaynağı olarak karşımıza çıkmış. Ancak insanlık bir şekilde hem en büyük dramları yaratırken hem de büyük dramlardan sonra daha da yüksek bir yaşam kalitesine ulaşmayı başarmış. Bu bağlamda sanırım kendimize asıl sormamız gereken soru şu: gençler kendi hayatlarını yaşayıp dünyayı şekillendirirken asıl bizim nesillerin hali nice olacak?

 

 

Bu yazı yorumlara kapalı, ama trackback'ler ve pingback'ler açık.