"Enter"a basıp içeriğe geçin

Dinlenme Sanatı

Dinlenme sanatı üzerine kaleme aldım bu hafta Bloomberg Businessweek Türkiye‘de yayınlanan yazımı…

Ana hatları ile değindiğim başlıklar:
– Dijital duygusal salgınlar
– Sosyal medya bağımlılığı
– “Whatapp Aikido”: Nefes almanın önemi
– Teleprezans ve tükenmişlik sendromu
– Nesnelerin interneti ve insanların interneti
– “No chronos” günler tavsiyesi
– Bağlantılı ama desenkronze toplum
– Ve pandeminin bütün bu trendleri nasıl güçlendirdiği

Dinlenmek derken bir de kelime oyunu:
Kimi, nasıl, nerde dinlerlersek dinleniriz acaba?

Keyifli okulamalar dilerim…

Yaz tatili bitti… Dinlenebildiniz mi? 

“Eylül’de gel” derdi çocukluğumuzdan kalan bir şarkı.  Ama sanki bu Eylül bir başka Eylül…

Bir yandan doğa kış uykusuna hazırlanırken bizler için sanki yeni bir başlangıç, yeni bir yeniden doğuş olurdu Eylül ayı. Yaz aylarında kafamız boşalmış, zihnimiz bambaşka konularla dağılmış, vücudumuz güçlenmiş, dirilmiş, enerji dolu dönerdik rutin hayatımıza. Tabii ki dönmek istemezdik okula, işe, günlük hayatın yükümlülüklerine. Ama televizyonda takip ettiğimiz dizilerin yeni sezonu başlar, soğuyan havalarla iç mekanlar şenlenir, konserler, tiyatrolar, eğlenceler, partiler, ev buluşmaları derken bir aya kalmadan tekrar üretken olur ve amaçlarımıza, kaygılarımıza bütün renkleri ile bıraktığımız yerden hayatımıza dönerdik…

Bu döngünün temelinde aslında tarım toplumu ile endüstri toplumunun işleyişi, kendilerine özgü döngülerinin iç içe geçişi ve birlikte yaşayışı belki de yatardı. Bir yandan mahsul kalkarken mevsimlik işçilerin ve tarımsal hayatın döngüsü, diğer yandan da kamusal alanda sanayi ve devlet kurumları ile başta turizm olmak üzere hizmet sektörünün kendi döngüleri içinde her birimiz kendimizce uyumlu bir şekilde geçirirdik seneleri.

Biz bu döngülere alışmış yaşarken zamanla teknolojinin ekonomik ve sosyal hayata hakim olması ile aslında bu rutin döngüler ortadan kalktığına tanık olduk. Bir de bunun üzerine dünya genelinde pandemiye dönüşen coronavirüs salgını gelince bu Eylül’de daha önce hiç tanık olmadığımız yeni bir durum ile karşı karşıyayız.

İlk defa birbiri ile böylesine bağlantılı bir dünyaya uyanıyoruz bu sonbaharda. Hep duyduk, üzerine konuştuk önceki yıllarda, nesnelerin interneti diye. Bu on yılda yaklaşık 25 milyar cihazın birbiri ile bağlantılı olarak işlevsel olacağı bir dönemdeyiz artık. Ve tabii ki mobil cihazların ve internet teknolojisinin gelişmesi ile belki de ilk defa 8 milyar insan da birbiri ile bağlantılı bir yaşama geçiyor. Herkes kendi coğrafyasında, o bölgeye hakim sosyo-politik söylemler, ekolojik zorluklar, ekonomik kaygılar ve fırsatlarla uğraşırken, aslında bütün dünyaya hakim olan teknolojik uygulamalar benzer alışkanlıkları ve günlük rutinleri geliştirmemize neden oluyor. Ve bir türlü dinlenemiyoruz.

Baş ucunuzda telefonunuz ile mi uyuyorsunuz? Hangi saatte olursa olsun uyandığınızda ilk içinizden gelen telefonunuza gelen mesajları, sosyal medyanızı mı kontrol etmek oluyor? Gün içinde boş kaldığınızda, ya da herhangi bir yerde sırada beklerken hemen telefonunuzu açıp dikkatinizi ekrana mı yönlendiriyorsunuz? Gün içinde eliniz veya zihniniz boş kaldığında içinizden hemen mesajlarınızı, sosyal medyanızı kontrol etmek mi geliyor? Yalnız değilsiniz. Yapılan birçok araştırma gösteriyor ki, yaş, cinsiyet, milliyet, coğrafya fark etmiyor, akıllı telefon sahibi büyük bir çoğunluğun durumu aynı…

Bir de bunun üzerine artık işlerinizi de uzaktan erişim ile mi hallediyorsunuz? Evden çalışmak, internet üzerinden günlük alışverişinizi yapmak, sosyalleşmek, duygusal ve entelektüel ihtiyaçlarınızı teknolojik çözümlerle sağlamak… Liste uzadıkça uzuyor ve bu antropolojik olarak bünyemizin hazır olmadığı durum aslında çok önemli sorunları beraberinde getiriyor.

Hepimiz yaptığımız işleri daha iyi yapmak için sürekli bir gayret içindeyiz. Her alanda performansımızı arttırmak için destek alabileceğiniz neredeyse sonsuz kaynak var. Eğitimler, diyetler, yeni teknolojik gelişmeler hep performansımızı arttırmamız için hizmetimizdeler. Ama spor yapanlarımız çok iyi bilirler, performansı en etkin ve sürdürülebilir olarak arttırmanın yolu doğru dinlenmeden geçer. Yani bir anlamda dinlemeyi bilmek rekabetçi bir avantaj sunuyor bireye. Peki dinlenmeyi biliyor muyuz?

“Yaptığım şeyi bıraktım, biraz durdum, yani dinlenmiş olmalıyım” diye bir yanılsamaya umarım kapılmıyorsunuzdur. Tatilden yorgun döndüğünüz, sabah yataktan kalkarken akşamdan daha yorgun olduğunuz, kafanızı dağıtmak için bir şeyler yaparken kaygı, endişe ve yorgunluk seviyenizin arttığı hiç oluyor mu? Peki neden böyle oluyor? Dinlenme sanatını nerden öğreneceğiz?

Bir zamanlar “Blackberry Aikido” diye bir söz üretmiştim, artık güncelliyorum ihtiyacımız olan “WhatsApp Aikido”. Bu kendimce bir metafor. Aikido bir uzak doğu savunma sanatı. Size gelen tehditlerin enerjisini ve istikametini kendi lehinize kullanarak tehditleri savuşturmak ve kendinizi korumak üzerine. Günümüzde modern yaşamda günlük rutinlerimiz içinde en sık olarak tehditlere büyük ölçüde telefonumuz veya bilgisayarımız üzerinden maruz kalıyoruz. Kimisi işimiz ile ilgili oluyor, sosyal statümüz, gelir kaynaklarımız, ya da duygusal boyutta oluyor. Bu mesajların aslında her biri bir duygusal tetikleyici. Ve düşünün atalarımıza, hatta bir önceki nesile, hatta on yıl önceki hayatımıza göre ne kadar çok arttı bu tetikleyiciler. Hem de gece gündüz günün her saatinde, evimizin, iş yerimizin her yerinde, ulaşım, sosyalleşme, yalnız kalma, bir akışta bir şeyler izleme, hayatın her aşamasında bu mesajlar bizi buluyor. Hatta biz arayıp bulup onların bize ulaşmasını sağlıyoruz. Bu sonu gelmeyen duygusal tetikleyiciler sürekli otuz santim mesafeden beynimize ulaşıyor. Hem de hiç de naif olmayan niyetlerle, bizi en hassas yerimizden dürtüyor.

Özellikle de korku, endişe, kaygı hatta nefret gibi duyguları tetikleyen mesajlara sürekli maruz kalıyoruz. Bu aslında insan psikolojisinin en temel özelliklerinde beslenen bir süreç. İnsan aynı zamanda hem aidiyet hem de özgürlük isteyen bir yapıya sahip. Hem geleceği belirsizliklerden arınsın istiyor, hem de her şey belirgin ve net olunca sıkılıyor. En büyük korkularımız ise yetememek ve yalnız kalmak. Bütün bu dürtüler bir araya gelince de maruz kaldığımız dürtüleri yakın çevremizle paylaşarak daha güçlenmelerine neden oluyoruz. Her ne kadar milyarlarca insan aynı sosyal medya platformlarını kullansa da aslında hepimiz kendimize yarattığımız küçük grupların içinde yaşantımızı devam ettiriyoruz. WhatsApp listelerinin 256 kişi ile sınırlı olması ve aynı rakamın antropolojik olarak ilk insan topluluklarının büyüklüğüne yakın olması bir rastlantı olmasa gerek. Aidiyet ihtiyacımızın dürtüklediği her paylaşım, bizim gibi çevremizdekilerin de benzer duygularının tetiklenmesine neden oluyor. O mesajı gören kişinin refleks ile yaptığı paylaşımlar tekrar bize ulaştığında aynı duygu tetikleyicileri devreye giriyor ve karşımıza çıkan paylaşım benzer bir kısır döngü içinde içimizde bir şeylerin kabarmasına neden oluyor. Ve işin kötü tarafı biz psikolojik bir iştah ile bunu talep ediyoruz.

İnsan çevresi ile temas ettiği müddetçe yaşadığını hissedermiş. Fiziksel temel ihtiyaçlarla beraber yaşamsal olarak en elzem gereksinimiz bu duygusal temaslar. O yüzden tarih boyunca her toplumda en ağır cezalardan birisi tek başına hücre hapsi olmuş. Çevresi ile temas edememek korkunç bir şey insanoğlu için. İşte bu dürtüyü karşılayan teknolojinin mümkün kıldığı sanal temas kanalları bir yandan bizim bu en temel ihtiyacımıza cevap verirken, bir de karşımıza Covid-19 pandemisi ile başlayan sosyal mesafe kavramı çıktı. İlk günden itiraz etmiştik kendi çapımda: sosyal mesafe değil, fiziksel mesafe… Ama kavramlar birbiri içine girdi bir kere…

Yual Harari’nin de yazdığı gibi Homo Sapiens’i müşfik kılan birlikte olabilme, toplu hareket edebilme ve organize edebilme yeteneği. En büyük zorlukların üstesinden bu şekilde gelmiş neslimiz. Ancak bu virüs ile başa çıkmak için bize dikte edilen çözüm yalnız kalmak oldu. Herkesin sadece aynı çatı altında yaşayan kişilerle beraber olmasını zorunlu kılan bir süreç yaşadık bahar aylarında. Tam çekirdek aileye odaklanmışken, hatta daha da beteri Avrupa’nın birçok büyük kentinde önemli bir çoğunluk tek başına yaşarken, bir anda karşımıza çıkan zorunlu tecrit… İşte daha önce bir yazımda “on yılda olacak değişim on haftada oluyor” derken kast ettiğim süreç bu şekilde hayat buldu. Günlük 10 milyon görüşme yapabilen Zoom bir anda günlük 300 milyon görüşme yapılan bir mecra halini aldı. Bütün sosyal medya kanalları bir anlamda sahne oldu, canlı yayın ekranı olarak karşımıza çıktı. Virüs insanlığa “aman bir dur, kendini dinle” mesajı verirken, bizler teknoloji sayesinde teleprezans ile günün her saatinde daha önce hiç olmadığımız kadar aktif olduk. Sonuç? Bilmiyorum, bu yaz sonrasında kendinizi dinlenmiş hissediyorsanız hiç sorun yok. Ama eğer hissetmiyorsanız, aman dikkat…

Bir İngiliz atasözü “yaralı atı yüke koşarsan, bir daha iflah olmaz” dermiş. Yorgun atlar için de sanırım doğruluk payı olsa gerek bu sözün. Hatta insanlar için de… Peki ne yapacağız bu dijital duygusal salgınlar ve hiç bitmeyen sürekli bağlantıda ve aktif olma sendromuna karşı…

Bir çözüm önerisi “no choronos” günlerimiz olması. Son kitaplarında Fitch & Frenzel “kairos” günleri için kendimize imkan yaratmak gerektiğini iddia ediyorlar. Yani dakikalara bölünmüş bir zaman anlayışından, huzur ve kalite odaklı, bir akış içinde bir zaman anlayışına alan yaratmaktan bahsediyoruz. Çoğu kültürde binlerce yıldır var olan haftanın bir gününü bir şey yapmadan geçirmek kavramını günümüz teknoloji dünyasına adapte etmek yapmamız gereken. Karantina dönemi başlayana kadar yaptığım dijital detoxlar gibi. Haftada bir otuzaltı saati telefonuma dokunmadan, sosyal medyayı ve bana gelen mesajları kontrol etmeden geçirmek, hatta haftada, mümkün değilse, ayda bir gün saat mefhumundan uzak yaşamak gibi. Programlarla değil, içimizdeki biyolojik saat ile yaşamak. Mümkün mü, aslında mümkün. Yeter ki bunu yapacak dirayeti gösterebilelim.

Bir başka öneri nefes almak ile ilgili. Aikidoda öğretilen ilk kurallardan birisi, düzenli nefes almaya devam etmek. Bir tehdit altında, belli duyguları tetiklendiğinde insanın ilk yapmayı unuttuğu şey düzenlik nefes almakmış. Oysaki nefes almak bünyemizin ritmini belirleyen, çok önemli bir rutin. Nefes almayı kesen bünye salgıladığı hormonlar vesilesi ile beyin başta olmak üzere birçok organımızı normal fonksiyonlarını yerine getiremez kılıyor. Stresi bu şekilde fark eden bünyemiz ise özellikle karar alma reflekslerini kaybediyor. İşte bu yüzden düzenli nefes egzersizleri çok işimize yarıyor. Tabii ki sürekli uyguladığınız sürece. Her hangi bir stimuli nedeni ile bir duygunuzun tetiklendiğini fark ettiğiniz anda lütfen önce nefesinize odaklanın. Çok faydalı bulduğum bir egzersiz dört aşamada nefes alıp vermek. Nefesi içinize çektiğiniz süre kadar içinizde tutun. Aynı sürede nefesinizi verin ve aynı süre kadar nefessiz kaldıktan sonra yine aynı tempo ile yeniden nefes alın. Bu döngüyü beş defa tamamladığınızda zihninizin ve bedeninizin maruz kaldığınız durumla daha rahat başa çıktığını göreceksiniz. Özellikle sosyal medyada dolaşırken veya mesajlarınızı kontrol ederken bir yandan da lütfen dikkatinizi nefesinize odaklamaya çalışın. Duygularınızın aynı şekilde tetiklenmediğine umarım siz de tanık olacaksınız.

Ve yaşama bir ritim katmak. Belli ritüellere günün belli zamanlarını ayırmak. Her şeyi günün her saatinde yapabilmek özgürlüğü aslında bir süre sonra bir köleliğe dönüşüyor. Sizin hizmetinize sunulmuş, sizin hakim olmanız gereken teknolojinin hayatınızı ele geçirip size hükmettiğini görüyoruz. Bunun çözümü yakın çevreniz ile senkronize olmuş rutinlere alan yaratmaktan geçiyor. Ve bunu yaparken en çok dikkat edeceğimiz konu uykumuzun kalitesi. Yatağa girmeden en azından bir saat önce mavi ışığa maruz kalmayı kesmek gerektiğini söylüyor uyku uzmanları. Sadece mavi ışığın bünyemizdeki etkisi değil, aslında o bir saat içinde kontrolümüz dışında duygusal tetikleyicilere maruz kalmamak da çok önemli. Kariyerim boyunca hep dikkat ettiğim bir prensip mesela: can sıkıcı, insanı gerecek, zorlayacak konuları ve kötü haberleri ekip arkadaşlarımla mümkün olduğunca akşam iş çıkışına yakın saatlerde veya Cuma öğleden sonraları hiç paylaşmamaya gayret ettim. Hele iş saatleri dışında böyle içerikli mesajları hem almaktan, hem de göndermekten imtina ettim. Benim iş saatleri dışındaki ruh halimin, yani dinlenebilme kapasitemin, bir sonraki günkü iş performansıma direk etki edeceğini bildiğim için hem kendimi hem de çalışma arkadaşlarımı böyle bir prensip ile korumayı tercih ettim. Tabii zamanla akıllı telefonlarla mesajlaşma platformları üzerinden gelen bu tip mesajlara karşı kendimizi korumak giderek zorlaştı. Toksik liderlik üzerine iki sene önce yaptığımız bir çalışma çevrelerine en çok zarar veren liderlerin maalesef yukarıda belirttiğim prensibe uymadığını gösterdi. Benzer çalışmalar ve bu tip uygulamaların neden olduğu iş gücü kaybı ve yasal süreçler nedeni ile Batı Avrupa’da birçok şirkette artık mesai saatleri dışında çalışanlarımıza mesaj atmak yasaklandı.

“Doğru tercihleri yapanları çok iyi bir gelecek bekliyor” demiştim bir başka yazımda. Hala geçerli bu görüşüm. Teleprezans verimliliğimizi kesinlikle arttırıyor. Sosyal medya çok temel psikolojik ihtiyaçlarımıza hitap ediyor. Pandemi nedeni ile hem sevdiklerimizin daha çok değerini anlıyoruz hem de yalnızlık hissediyoruz. Günün her saatinde isteğimiz herşeyi yapabilirken teknoloji sayesinde, yetememe ve tükenmişlik duygusu ile baş başa kalıyoruz. Ve sürekli maruz kaldığımız duygusal tetikleyiciler bizde farkında olmadan sürekli bir yorgunluk, tükenmişlik ruh halini hakim kılıyor. Dinlenmeyi tekrar öğrenmenin tam zamanı. Belki de kelimenin kendisi bize bir ip ucu veriyor: Dinlenmek için kendimiz dinlememiz gerekiyor. Kimin dinlenmeye, yani duyulmaya ihtiyacı var acaba? Dinlendiğimizde, yani kelimenin anlamını açarsak, duyulduğumuzda, görüldüğümüzde, hissedildiğimizde, belki de gerçek anlamda dinleniyoruz…

Bu Eylül de umarım ihtiyaç duyduğumuz yöntemleri ve çözümleri beraberinde getirir.  Karşımıza çıkacak zorlukların üstesinden gelmemizi sağlayacak kudreti ve imkanları da kendimizde bulabildiğimiz bir ay olur.