DAVOS’dan bende kalanlar…
Bloomberg Businessweek’te Şubat ayında yayınlanan yazım:
Sihirli dağ Davos’ta insanlığın ortak geleceğini tasarlamak…
Davos’ta gerçekten ne olduğunu bilmemiz maalesef pek mümkün değil. Ama görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz kadarı ile bize ulaşan sinyalleri doğru okumamız çok önemli… Neden mi? Çünkü dünyanın kaderini belirleme pozisyonunda olan binlerce lider oradaydı. G7’nin altısı devlet başkanı seviyesinde temsil edildi. Japonya ise bakanlar kurulu ile oradaydı. Gezegenimizin ve insanlığın geleceğini şekillendiren neredeyse bütün önemli şirketlerin üst düzey yöneticileri, o şirketlerin en çok kaynaklarını kullandıkları ve en çok vergi ödedikleri you ülkelerin siyasi liderleri ile kanaat önderleri oradaydı… Ve maalesef Türkiye pek yoktu…
Tabii aslında çok da ikna edici tablo çıkmadı ortaya: “Bölünmüş dünyada ortak geleceği kurmak” teması ile tasarlanan programa binden fazla özel uçak ile geldi katılımcılar. Daha tanımadıkları kişiler ile bir uçak yolculuğunu bile paylaşamayan bu “özel” katılımcılar nasıl olacak da bütün insanlık için ortak bir gelecek tasarlayacak anlamak zor tabii ki… Ancak onları böylesine bir tema ile bir araya getiren, bir defilenin paydaşı olmanın yanı sıra biraz da gelişmeler karşısında duydukları endişe oldu sanıyorum. Her alanda yaşanan değişim ve teknolojinin geldiği yer artık bu yaşadığımız düzenin geleceği için pek de iyimser olmamıza izin vermiyor.
Toplantıların en çarpıcı cümlesi bence Kanada başbakanı Trudeau’ya aitti: “Değişim hiç bu kadar hızlı olmamıştı, ama bundan sonra da artık bir daha hiç bu kadar yavaş olmayacak”. Toplantıların ana odağı “data”, bilgi oldu. Ama bizim daha önce bildiğimizden biraz daha farklı bir bilgiden bahsediyoruz burada. Bireyin mahremiyetinin bittiği, hayatın her alanından toplanıp derlenen ve geleceği tanımlayan bir “büyük bilgi / big data” söz konusu olan…
Hem insancıl bir yanı var, sensorlar sayesinde sıkıntılı anlarımızda artık yardım çok daha hızlı ulaşacak. Mesela ana rahminde hamileliği izleyen sensorların bir terslik anında doktoru çok uzaklarda da olsa uyarması ve böylece hamilelik ve doğum sürecinde birçok riskin bertaraf edilmesinden bahsedildiğine tanık olduk. Ama aynı zamanda bu bilginin değerlendirilip sigorta şirketlerine sunulduğu ve daha doğmamış bir çocuğun sigorta edilemeyecek bir hayata ilk nefesini alacağı durumlar da artık söz konusu olacak. Sigorta sektörü sadece bir örnek ama önemli bir örnek. Tarihsel olarak hep ortalamalar üzerine işleyen, toplam zararı bütün paydaşlara oldukça eşitçe bölen bir sektör artık birey bazında ürünler çıkarabilecek ortaya. Ama bu durumda mesela sağlık hizmetlerinden belki de hiç faydalanamayacak önemli bir kitle oluşacak… Bu örnek her sektörde, hayatın her alanında geçerli. Bu hiç fütürist bir söylem değil, güncel. Öte yandan beyin dalgalarının akıllı telefonlarla izlenmesi, yorumlanması, depolanması gibi teknolojiler de konuşuldu Davos’ta. Yani artık beynimizin içinde bile yalnız olmayacağımız bir dünyaya doğru ilerlediğimiz gerçeği ile karşı karşıyayız. Oldukça anti-ütopist hatta Orwell-vari dursa da gittiğimiz yön maalesef bu…
Davos’ta bu sene Avrupa “Endüstri 4.0”, Japonya “Toplum 5.0”, bilişim dünyasının devleri de dijital dönüşüm söylemi ile yer aldı. Tabii bu inanılmaz bilgi kudretini ne ölçüde şirketler ve devletler paylaşacak, aralarında nereye kadar iş birliği olacak daha bilmiyoruz. Ya da böylesine bir gücün karşısında bireyin özgürlüğü nasıl ve kim tarafından savunulacak bilmiyoruz. Ancak Çin örneğine bakarsak bireyin mahremiyetinin sonunun gelmek üzere olduğunu iddia etmek çok daha garip olmaz gibi geliyor bana…
Ekonomik düzene gelince, çok önemli trendler konuşuldu Davos’da. Bu kadar bilişim teknolojilerinin hayatın her alanına girdiği bir dönemde verimlilik artışının düştüğünden bahsedildi. Büyük bir çelişki gibi durmakla beraber değişen ekonomik düzenin belki de doğal bir sonucu olarak bu karşımıza çıktı. Artık bir çok sektör eskisi kadar sermaye veya emek yoğun olmak durumunda değil: Mesela ilaç sektöründen, biyoteknolojiye kadar birçok sektör artık çok da büyük makinelere, fabrikalara ihtiyaç duymuyor. İstihdam konusunda ise durum daha vahim. En yüksek katma değere sahip bilişim, fintech ve benzeri teknoloji sektörleri çok az istihdam yaratıyorlar. Ve giderek katma değeri düşen birçok sektörde yaşanan dijital dönüşüm ile yaratılan istihdam giderek azalıyor. İçinde ışık yanmayan fabrikalar insan gücü kullanmadan robotlarla yapılan bir üretimi vaat ediyor. İçinde ödeme yapmak için bir vezne bile bulunmayan bir süpermarket aslında inanılmaz büyüklükte bir istihdam talebini ortadan kaldırıyor demek… Ve bütün bu değişimler bir sonraki neslin gelişini beklemiyor. Bugün hala belki yirmi, otuz yıl daha iş gücünde yer alacak bireylerin kariyerlerinin her anlamda değişmesi anlamına geliyor. Avrupa bu değişim için vatandaşlarını hazırlamanın peşinde koşarken, Çin, Japonya, Amerika bu değişime liderlik ederken dünyanın geriye kalan ülkeleri için oldukça karanlık bir gelecek şekilleniyor. Oyunu bozan, bu süreçte başarılı olan coğrafyalar mutlaka olacaktır, mesela Güney Doğu Asya için ümit dolu söylemler üretiliyor ama geriye kalan coğrafyalar giderek zorlanacak gibi bir tablo çıkıyor ortaya…
Bu arada beni Davos’ta en çok etkileyen bir konuşmaya da değinmeden geçemeyeceğim. Deutsche Post DHL şirketinin CEO’su Frank Appel yaptığı konuşma ile bir bakıma bu problemlere olumlu bir bakış açısı da getirmiş oldu. Beşyüzbinden fazla çalışanı olan bu dev firmanın en üst düzey yöneticisi Frank Appel aslında neurobiyoloji alanında doktora sahibi bir bilim adamı. İş dünyasına girdikten sonra şöyle bir inanç geliştiriyor: “işlerine yüksek bağlılığı bulunan çalışanları vesilesi ile müşterilerinin hayatlarını kolaylaştıran şirketler en başarılı şirketlerdir”. Her ne kadar kulağa basit bir söylem gibi gelse de geçen sene Gallup tarafından yapılan küresel bir araştırma Dr. Appel’in haklı olduğunu kanıtlamış. İşine bağlılık oranı yüksek çalışanları olan şirketlerin finansal performanslarının da anlamlı ölçüde yüksek olduğu ortaya çıkmış. Bir sinirbilimci bilim adamı olarak “çalışanlar için şirketin finansal performansı aslında pek de birşey ifade etmiyor. İnsanların üç temel ihtiyacı vardır: sevgi, ümit ve anlamlı bir amaç. Bu üçünü hisseden insanlara liderlik etmek çok daha kolaydır” diyor Dr. Appel… Keza göreve geldikten sonra uyguladığı yöntemler DHL’de olumlu sonuçlar vermiş bile. Şirketin cirosu 2011’de 53 milyar avrodan, geçen sene 60 milyar avroya, operasyonel kar marjı yüzde 2.8’den yüzde 6.2’ye, karlılık ise 2.6 milyar avroya çıkmış. Bir başka önemli başarı ile bu yüzbinlerce kişinin çalıştığı şirkette çalışanların yüzde altmış oranda daha fazlası onun liderliğinde şirkete olan bağlılıklarının arttığını ifade etmişler.
Ve son olarak bir konuya daha belki de değinmek gerekiyor. Ortak geleceği inşa etmeyi konuşmaya gelen liderlerin profillerine ve yaşam tarzlarına bakınca insanın yine biraz kafası karışıyor. Genelde sabah beş, altı gibi uyanıp gece yarısına kadar çalışan, haftada altı gün her anları onbeşer dakikalık dilimler halinde planlanmış, sadece kazanmaya odaklı ve genelde raf ömürleri üç yılı pek geçmeyen bu liderlerin vizyonu ile bir gelecek planlanıyorsa sanki insanlık çok da istemediği bir yere doğru itiliyor olabilir gibi geldi diyebilirim.
Değinmediğim önemli bir konu kaldı mı? Evet, çok konuşulan, hep odakta olan bir de cinsiyet eşitliği konusu var ki, neresinden tutsak başka bir yeri elimizde kalan çok hassas ve önemli bir konu. Eril ve dişil özellikler yerine kadın ve erkek olarak sembolize edildiği zaman kimin neyi savunduğu belli olmayan bir tablo çıkıyor sanki ortaya. Yukarıda tasvir ettiğim liderler ha kadın olmuş ha erkek: korkarım çok da farklı olmuyor ortaya çıkan tablo. Ancak kadınların sosyo ekonomik boyutta hak ettikleri rolü oynayamadıkları bütün toplumların bu gelişmelerle başa çıkması mümkün değil. Kadını güçlendirmek toplumu güçlendirmek demek. IMF başkanı Christine Lagarde konuşmasında “eğer kadınlar da erkekler ile aynı ölçüde iş gücüne katılırsa Hindistan ekonomisi yüzde yirmi yedi daha büyük olurdu” dedi.
Peki ne yapmalı? Bilgiye erişip, derleyip, değerlendirmenin kudret olduğu bir dünyada katma değer yaratarak rekabet etmenin tek yolu oyunu bu kurallarla oynamak. Carnegie Mellon Robotics enstitüsünün başkanı Profesör Nourbakhsh ilkokul öğrencilerini bilginin gücü konusunda eğittikleri bir program başlatmış. Yani dünyaya başka bir açıdan bakabilen beyinler, fiziksel ve ekonomik güç yerine bilgi gücünü anlayan yeni bir nesil. Ve tabii ki barış içinde yaşayabilmek… Çünkü savaşa ayrılan her kaynak, para, insan, entelektüel odak, zaman, her türlü kaynak, hepsi geleceğimizden çalıyor. Farkındalığı yüksek, daha iyiye ulaşmak için sorgulamayı alışkanlık haline getirmiş, gelişimden, paylaşımdan haz alan, hayata tutku ile bağlanabilen, farkındalığı, öz şefkati, iletişim yetkinliği, kritik ve yaratıcı düşünebilme yetisi yüksek ve aynı zamanda da bilimsel düşünceyi içselleştirmiş nesiller yetiştirmemiz gerekiyor. Sadece yeni nesillerde değil toplumun her katmanında peşin hükümlü olmayan bir diyalog geliştirmemiz gerekiyor. Davos’ta tekrar tekrar altı çizilen bu kadar hızla değişen düzene ayak uydurabilmek için sahip olduğu varsayımları, daha önce bir geçerlilikleri olsa bile bu özelliğini yitirmiş düşüncelerini sorgulayabilen nesillere ihtiyaç duyuyoruz. Böylece hem birey hem de toplum olarak kendi kalıplarımızı ve ön yargılarımızı fark edebilir, bu sayede baştan inşa edilen insanlığın ortak geleceğinde arzu ettiğimiz yere kendimiz konuşlandırabiliriz.
Davos’ta net bir şekilde ifade edildiği üzere birçok meslek yapay zekanın ve dijital dönüşümün tehdidi altında. Eğer denilenler doğru ise ve biz doğu yorumluyor isek çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyayız. Belki de gerçekten bir dünya savaşı başladı bile: bu seferki global boyutta bir istihdam savaşı. Bu değişime ayak uydurmak için toplumsal bir kararlılık içinde olmamız şart…
Bu yazı yorumlara kapalı, ama trackback'ler ve pingback'ler açık.